Suriye meselesi…
Bir coğrafyanın kadim hikayesi, bir halkın trajedisi, bir dünyanın vicdan sınavı. Ama en önemlisi, Türkiye’nin yanı başında yanan ateşin adıdır.
Şimdi dönüp bakalım. Ne diyoruz?
“Esat diktatördür” diyoruz.
Doğrudur. Baskıcı, zalim bir rejimin sembolüdür. Kendi halkına kurşun sıkan, insanlık suçlarından alnının akıyla (!) çıkmış bir liderdir. Ama yetmez. O rejimin neden bu kadar güçlü olduğunu, kimlerin onu ayakta tuttuğunu konuşmazsak, eksik kalırız.
Mesela Halep… Mesela Şam…
Yıllar önce “gönül coğrafyamız” dediğimiz yerlerdi. Bugün sadece sınır komşumuz. Duygusal bağımız baki, ama artık başka bir devletin toprakları. Bu, kabul edilmesi gereken bir realite.
Fakat gönül işte…
Halep’in taş sokaklarını düşününce yüreğiniz sızlamıyor mu? Şam’ın o eski Osmanlı hanlarını hatırlayınca iç çekmiyor musunuz?
Burada bir parantez açalım:
Bu iş duygusallıkla yürümez. Biz Osmanlı değiliz, Abdülhamit Han’ın yönettiği bir dünya da yok. Fatih gibi fetih peşinde değiliz, Yavuz gibi doğuya sefer düzenleyecek hâlimiz de yok. O devir geçti. Ama ders alınması gereken diplomasi de orada duruyor. Abdülhamit Han’ın 33 yıl boyunca yaptığı diplomatik satranç gibi bir politika gerekiyor. Çünkü mesele, artık “fetih” değil, varoluş meselesidir.
Bugünün Siyaseti Ne Olmalı?
Türkiye’nin bir “gard” alma meselesi var. Kimse yanlış anlamasın, bu bir işgal hevesi değil. Kendi sınırlarımızı, kendi güvenliğimizi garantiye alma çabası. Çünkü ateş çemberinin tam ortasındayız. Kuzeyimizde bir Rus kartı var, batımızda bir Avrupa duvarı, doğumuzda İran’ın hesapları, güneyimizde ise Amerika’nın vekalet savaşları. Bu tabloda Türkiye’nin sınırlarını güvence altına almak faşizm değildir. Bu, akıldır.
Ama şunu unutmayalım:
Duyguyla hareket edersek, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olabiliriz. Yani, sırf gönlümüzün coğrafyası için yanlış hamleler yaparsak, bu ülkenin kendi çıkarlarını tehlikeye atarız.
Esat rejimi ne yapar? İsrail, ABD, İran ne ister? Bunları doğru analiz etmezsek, duygularla hareket eden bir ülke oluruz. Halbuki reel politika dediğimiz şey, aklın duyguyu bastırdığı anlarda kendini gösterir. Ama reel politik bir cesaret göstergesi midir? Asla. Bu kavram, diplomaside en zayıf halka olmamanın nişanesidir.
Kelam-ı Hitam: Akıl ve Vicdan Dengesi
Gelin, bu meseleye başka bir pencereden bakalım.
Suriyeli Türkmen de bizim kardeşimizdir, Kürt de, Arap da… Onlar bizim gönül coğrafyamızın insanları. Ama artık bağımsız bir devletin yurttaşları. Onların kaderi üzerinde ancak onların rızasıyla bir etki sahibi olabiliriz. Bu da bize bir şeyi hatırlatıyor: Akıl ve vicdan… Birini diğerine feda etmeyeceğiz.
Bugün Türkiye’nin yapması gereken, ateş çemberinin ortasında hem aklı hem de gönlü sağlam tutmaktır. Başka bir yol var mı? Yok. Ama dikkat edin, bu yol mayınlı bir arazi. Her adımımız hesaplı olmalı. Çünkü bir anlık gaflet, bize hem Halep’i hem de gönül coğrafyamızı tamamen kaybettirir.