Gidenin yerinin doldurulamadığı bir acı hakikat... Bir de buna toprağımızın her geçen gün münbitliğini, bereketliliğini yitirdiğini, gün be gün çoraklaştığını, dolayısıyla yeni insanların yetişmesine elverişli zeminler oluşturamadığımızı ve kısırlaştığını eklerseniz... Acı hakikatin yürek dağlayıcılığı kat be kat artar. Hüznümüze hüzün eklememiz gerektiği apaçık ortaya çıkar.
İşte, yeri doldurulamayacak "bu güzel insanlar"dan, ömrünün nerdeyse tamamını bu toprakta geçiren, ölümü; cesaret ve tevekkül zırhına bürünerek karşılayan nadir insanlardan birini, yazar ve felsefeci Ali Karaavcı’yı 1995 yılı Aralık ayının 4’ünde kaybetmişiz.
İnsanı anlamak, onun ruh dünyasında neler olup bittiğine vakıf olmak güçtür. Hele de bu insan, Ali Karaavcı gibi, tefekkür dünyası geniş, olaylara bakış açısı derin, giriftliği adeta kişiliği ile bütünleştirmiş ve küçücük bir vücûdun gerisinde, koca, koskoca bir alem gizleyen biri ise... Bu durumda, güçlük daha da büyüyecek ve anlaşılır olma hali iyice kaybolacaktır. Hadiseye bu yönden bakıp zihni meleklerimizi bu iş üstünde yoğunlaştırdığımızda, daha bir yakından idrak ederiz ki, o belki hiç anlaşılmayanlar sınıfına mensuptu. Kendini anlatma gibi bir davranışa tenezzül etmediği ya da karşısındakine bu anlamda hiç açık vermediği için olsa gerek; sadece eşyanın görünen tarafıyla tanınabildi ancak... Buna tanımak denirse tabii ki... Zira, çoğu zaman kişiyi yıllarca birlikte yaşadığı, ömrünün dörtte üçünü paylaştığı eşi bile kolayca tanıyıp anlayamaz. Belki de en çok anlaması gereken o olduğu halde...
Yazdıklarının; kimler tarafından, ne oranda anlaşıldığını veya anlaşılmadığını merak eden biri olarak o; şu cümleleriyle, bu tepkisizliğin kendisinde meydana getirdiği sıkıntıyı, “Baharın Özlemi” adlı kitabında büyük bir hüzün ve büyük bir hayal kırıklığı içerisinde bakın nasıl anlatıyor:
"Yaptığı çalışmaların hiçbir değeri yoktu sanki. Kimse aldırış dahi etmiyordu. Oysa ne sıkıntılara, acılara katlanarak, ne yoğun emekler vererek hazırlamıştı onları. Gerçi yaptığı çalışmalarda çok yüce düşüncelerin, çok derin manaların olduğunu biliyordu. Bundan emindi. Ama çalışmalarıyla kimsenin ciddi bir biçimde gönülden ilgilenmemesi kahrediyordu. Birçok ahbabına zorla okutmuş, onların görmelerini, duymalarını istemişti. Ama hiçbirinden beklediği yorumu alamamıştı. Bu kahrediyordu. İçindeki sevinci öldürüyor, devam edebilme, yeni şeyler yapabilme gücünü kırıyordu. Sanki herkes sağırdı. Bağırıyor, bağırıyor, sesini kimseye duyuramıyordu." (Baharın Özlemi. s/ 64)
Aslında, yazarın tekrar tekrar vurguladığı bu durumun sadece onunla ilgisi yok tabii ki... Geçmiş zamanlarda Batı'da oluşan "düşünce adamına itibar etmeme ve hatta bir anlamda böyle davranarak cezalandırma " hali, ülkemizde ne yazık ki şimdilerde de geçerliliğini koruyor. Bilginin ve bilenin, bilmek ve düşünmek için gayret edenin hala kıymeti yok. Ve bu tür insanlar, kalabalıklar içinde yalnızlıklarıyla baş başalar yine... Kimin umurunda fikir... Ali Karaavcı da öyle demiyor mu?
"Kimin umurundaydı fikir... Yıllarını vermiş olması, hayatını bir fikir uğruna harcamış olması kimin umurundaydı?" Ve kimin umurundaydı düşünce... "Kalabalık düşünmek istemiyordu. Kalabalığın en çok zoruna giden şey düşünmekti. İnce olanı, yüce olanı düşünmek. Belki ölüme seve seve gidebilirler ama düşünmek dedin mi; derin düşünmek, derinde olanı düşünmek dedin mi yüzlerini buruşturur, sırtlarını döner uzaklaşırlardı. Derin düşünmeği hiç sevmezlerdi. Zorlarına giderdi... Belki biraz olsun düşünselerdi, biraz olsun düşünmek zahmetine katlansalardı, büyüklüklerini farkedebileceklerdi."(a.g.e.s/148)
Ne var ki, sağlığında olmasa bile, vefatından sonra bazı kişiler, az da olsa onun yazdıklarıyla ilgilenmişlerdi. Bunlardan biri de, onun gibi felsefeyle yakından ilgilenen ve kendisini şahsen de tanımış olan Prof. Dr. Şahin Uçar… Bakalım onun gördüğü Ali Karaavcı kimdir, yazdıkları için neler düşünmektedir?
" Ali Baba bir garip filozoftur; amma, cins bir filozoftur. Ziraat mühendisi olduğu halde, mesleğini icra etmez. Akşama kadar Erzurum'da dolaşır, Hemşin'e, Hatem Usta'ya filan uğrar, sohbet eder. Akşamları oturur felsefe yapar, kitap yazar.
Bu arada kifaf-ı nefs eder: Üç beş zeytin, çeyrek ekmek hacet-i taam içün kafi ve vafidir. Hem, yemek yemek, uyumak da ne ola ki? Buncağızı her fani yapabilir, amma, herkes felsefe yapamaz... Ali Baba'nın elimdeki kitapları 'Sayıklama'ya göre çok daha iyi. Üslûbu 'Sayıklama'da da olduğu ve benim de sertçe tenkit ettiğim gibi, yeni Türkçe ile ve filozoflarda adet olduğu üzere çok da karışık. 'Yargı', 'Tutku', 'Niyaz' isimli eserlerinde söylediklerine bir itirazım yok; vardığı neticelerde hem fikiriz. Bazen, Kierkegard'a benziyor üslûbu. Anlatmak istediği meseleleri karakterize etmek için verdiği bazı misaller ve temsili hikayeler ise mest etti beni. "Bahara Özlem" diye yazdığı hikaye nefis. Bunlar da, hikaye oldukları için, felsefî üslûp yerini sade ve oldukça zevkli bir Türkçe’ye bırakıyor. Fakat; bütün öncü şahsiyetlerin cemiyetteki vaziyetini ve anlaşılmamanın verdiği yalnızlık ve kahrı, çok güzel anlatmış.
(...) Bütün üslûp kusurlarına rağmen, Ali tefekkür hayatında bir fenomendir. (...) Ve Ali, Türk fikir hayatında yeni ve mühim bir merhaleyi temsil etmektedir: İnsanımız düşünmeye başlamıştır. Kelimelerden başlayarak ve bütün aşina mefhumları yeni baştan muhakeme ederek; ve kendi şuurunu yeniden yaratarak, yani gerçek ma'nasında, düşünmeye başlamıştır. Şimdiye kadar yazıp çizen münevverlerimiz olmadı mı? Elbette oldu; amma onların hiç biri böyle bir tefekkür cesareti göstererek, kopyacılığı bir kenara bırakıp kîl-ü kaali terkedip, kendi başlarına düşünme ve felsefe yapma cesaretini gösterememişlerdi. Anlı şanlı felsefe profesörlerimiz yok mu? Var ama, felsefe yapmıyorlar! Filozoflar ne söylemiş, felsefe nedir, gibi meseleleri anlatıyorlar üniversitede. Yani felsefe değil, 'felsefe tarihi ' yapıyorlar. Ali Karaavcı'nın kitaplarına bunun için dikkati çekmek istiyorum: Kusurları mahfuzdur." (Şahin Uçar, Tarih Felsefesi Meseleleri, İst, Nehir Yayınevi 1997,( Yeni Düşünce, 1987) s.504)
Bazı insanlar vardır, onlar sanki bazı şeyleri yapmak için gönderilmişlerdir bu dünyaya... Hilkatin garip bir cilvesi olan bu insanlar, diğerlerinden çok değişiktir. Yaşayışlarında, oturuşlarında, kalkışlarında, bakışlarında, sezişlerinde ve hatta sigara içişlerinde dahi bir başkalık vardır böylelerinin... Diğer insanların davranışlarına benzer davranışlar sergiledikleri pek vaki degildir. İşte Ali Karaavcı da; "örneğini yalnız aynada bulan ve kendi kendinden başka hiçbir şeye benzemeye çalışmayan, büyük sanat ve bilgi ihtirasına hiçbir siyasi ikbal hırsı karıştırmayan, kıblesi hakikatten ve secdesi kitaplardan ibaret bir adamdı."
Onu yakından tanıyan bir başka dostunun Halûk Güçlü’nün satırlarıyla: “O manevi hazzın peşindeydi. Yaşanan hayatın süreklilik ve devamlılığı için, nefes alıp vermekten öte, ebede hizmet aşkı olduğunu şahdamarında hissedenlerdendi. Doğanın, rengin, biçimin dışında hayran olunan, özlemle kavrulunan bir coşku ve heyecanın peşinde bir yerlere, gelecekte bir şeylere uzanıyordu. Bir devr-i daimin içinde sürüklendiği ışığın parlaklığını seziyordum; ebedilik. Sadece Allah'a kulluk için yaratılan "adem" ve ins'i "adam"a dönüştüren erdem. Erdemin renk, biçim, nota, ritimleriyle inşasına harç olduğu yegane hedef ebed. Ve ebed için haşrolan, harsolan adem, ancak Allah'a kulluk etmek için yaratılan... Ki, O'da Yunus’layın bunu söylemeye çalışıyordu.”
Değerli Vedat Aydın da; 03.11.2008 tarihli Palandöken Gazetesinde “Şehrin Derin Hafızası”ndan sözederken, Ali Karaavcı’ya da vurgu yapmakta ve “Soğuk ve karlı uzun kış gecelerinde saatlerce şehrin ara sokaklarında yürüyen mütefekkir insanları vardı bu şehrin. Rahmetli Ali Karaavcı ile M. Emin Alper'in hikmet ve irfan sohbetleri kimi zaman kaç saat yürüdüklerini unutturacak kadar uzun sürermiş.” diyerek; aynı zamanda şehrin geleceğinde giderek büyüyen bir boşluğa da işaret etmektedir.
Ve nihayet o da; Ziya Paşa' nın;
Bir yerde ki yok nağmeni takdir edecek gûş,
Tazyi'-i nefes eyleme tebdîl-i makam et.
(Bir yerde, nağmeni takdir ederek dinleyecek kulak yoksa, nefesini ziyan etme, makamı değiştir gitsin), sözüne uyarak, ilahi emirle, 4 Aralık l995'de tebdili makam etti. Kendisini anlamaya çalışmayan dostlarını ve kendisini övüp durmaktan başka bir şey yapmayanları burada bırakarak, her şeyin hakkıyla değerlendirileceği beka alemine göçtü. Nama, nişana, ünvana itibar etmeden yaşadığı bu diyardan, bunların para etmediği, "o diyara" göçtü.
“Bir sır idi... Sırroldu…” sözüyle özetleyebileceğimiz Ali Karaavcı’yla ilgili yazımızı, onun erdemle ilgili cümleleriyle bitirelim:
"Erdemli olmak demek, Rabbinin inayet ve hidayetiyle gerçeği gördüğünü, duyduğunu ve Rabbinin öğretmesiyle gerçeği öğrendiğini bilmek demektir. Erdemli olmak demek, o eşsiz akıl nimetini bahşeden Yaradan’ını, ona bildiklerini öğreten Rabbini, Rabbinin bildirmesiyle, Rabbinin öğretmesiyle bildiğini, öğrendiğini bilmek; Rabbinin bahşettiği o eşsiz nimetten, akıl ve bilgi nimetinden dolayı Rabbine hamdetmek, yani çalışıp çabalayarak kendine bahşedilen nimete layık olmaya gayret etmek, nimetin şükrünü yerine getirmek; kul oluşunun hakını vermek; Rabbini, Rabbinin bildirmesiyle bildiğini bilmek demektir. Bu ise gaybi bilenin, her şeyi bilenin Âlemlerin Rabbi olduğunu, Âlemlerin Rabbinin bildirmesiyle bilmiş olduğunu bilmektir. Ben bildim, ben bilirim iddiasının, bilen olma, Rab olma, mabut olma iddiası anlamına geldiğini, bunun da nefsine zulmetmek, cahillerden, akılsızlardan olmak, yalancılardan olmak anlamına geldiği şuuruna varmış olmak demektir."
(A.Karaavcı, Erdem.s.126)